Hangi Türkçeye Osmanlıca diyoruz?

Bugün sizler için seçtiğim konu: “Osmanlıca”. Edebiyatımızın önemli bir parçası ve zaman zaman gündeme gelen bir konu olduğu için seçtim Osmanlıca’yı.
Osmanlıca  - daha doğru tabiriyle Osmanlı Türkçesi -  okullarda öğretilmeli mi sorusuyla bir süre önce karşılaşmıştık. Bu konuya belki daha ileride değinirim; ama benim bugün sözünü etmek istediğim “Hangi Türkçeye Osmanlıca diyoruz?”
Bu başlık benim için büyük önem taşıyor; çünkü ne yazık ki daha Osmanlıca’nın ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Hadi konunun eğitimini almamış kişiler için bir şey diyemem, bilmiyor olabilir. Ya Türk Dili ve Edebiyatı mezunlarına ne demeli? Ne acıdır ki dört yıl okumuş “Osmanlıca” öğrenmiş (!) bölüm mezunu bazı arkadaşlar bildiğiniz yabancı diller ibaresinin karşısına rahatlıkla “Osmanlıca” yazabiliyor ya da iyi derecede Osmanlıca konuştuklarını (!) iddia ediyorlar. Bazen şaka mı yapıyorlar diye düşünmeden edemiyor; ciddi olduklarını görünce daha da üzülüyorum. İngilizce, Almanca, Rusça… bunlar birer dildir ve bunları öğrenip o dili konuşan kişilerle iletişim kurabilirsiniz. Peki ya Osmanlıca? Osmanlıca nedir?


Gelin birlikte Agâh Sırrı Levend’in «Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 3. Baskı 1972» adlı eserinin 11. sayfasında aynı başlık altındaki yazısına bir bakalım:

HANGİ TÜRKÇEYE OSMANLICA DİYORUZ?

Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu zamandan beri saray, medrese, tekke ve yeniçeri ocağı gibi türlü çevreler meydana gelmişti. Sarayla medrese, klasik edebiyatın gelişmesini desteklerken, tekke, kendine mahsus edebiyatı vücuda getiriyor, yeniçeri ocağı ise, halk edebiyatını devam ettirmeye çalışıyordu. Tekke edebiyatı ile halk edebiyatının dili Türkçe idi; buna karşılık, klasik edebiyatın dili ise Arapça ve Farsça’nın etkisi altında büsbütün başka bir yol takip eden yapma bir dildi. Bu dil, XVI. yüzyıldan sonra konuşma dilinden büsbütün ayrıldı, o kadar ki, yalnız Türkçeyi değil, Arapça ve Farsçayı iyi bilenler bile, onu doğru okumak ve kolayca anlamakta güçlük çektiler.
Bununla beraber, bu yapma dil, ancak hüner ve marifet göstermekten ibaret olan eserlerde yer tutuyor; Türkçe ise, konuşma dili olarak da halk için yazılan eserlerde canlılığını muhafaza ediyordu. Hatta yaşayan bu sade Türkçe, Divan şairlerinin eserlerinde bile görülmekte idi. Onlar da halk için yazmak istedikleri zaman açık Türkçeye başvuruyorlardı.
O halde, ilk günlerden beri yan yana yürüyen iki ayrı dille karşı karşıya bulunuyoruz, demektir. Biri konuşulan ve yazılan sade Türkçe, öteki ise yalnız bazı aydınlar için yazılan, fakat hiç konuşulmayan yapma Türkçe. Bunları birbirinden ayırt etmek için adlandırmağa elbette lüzum vardır.
Hangisine Türkçe, hangisine Osmanlıca diyoruz? Birer örnek vererek açıklayalım: «Kafasını kılıçla gövdesinden ayırdı.» Türkçedir; bunu demek için Nergisi’nin kullandığı «Mikrâs-ı tîğ ile gerden-i kâfur-iltibasından fark-ı pürlemeânını cüdâ kıldı.» cümlesi Osmanlıcadır. «Canı cehenneme uçtu.» Türkçedir; bunun karşılığı olan «Zâg-ı cifehar-ı cân-ı habîsi, şigâf-ı târekinden nişigâh-ı dûzaha pervaz eyledi.» cümlesi Osmanlıcadır.

Agâh Sırrı Levend’in yazısından da anlaşıldığı üzere Osmanlıca bir konuşma dili değildir. Biri size “Osmanlıca konuşuyorum.” dediğinde ya ezberinde bulunan eserlerden bölümler aktarıyor ya da bildiği terkipleri, tamlamaları söylüyordur.

Yorumlar